İşte 16 günlük serüvenin ilk bölümü.. Yusuf Kaptan’la karadan Romanya üstü Almanya.
Yolculuğumuz sadece çekiciyle başlıyor. Acaip sarsılıyoruz.. Ödüm kopuyor tüm yolculuk böyle sürecek diye, Yusuf Kaptan beni sakinleştiriyor. Dorseyi takınca herşey güzel olacakmış..
Hamzabeyli sınır kapımızı ve “komşu”ların kontrolünü geçiyoruz. Benim yabancı dil buralarda para etmiyor, ama yarı Türkçe yarı Bulgarca ve bolca beden dili ile Yusuf Kaptan işleri hallediyor. Artık Bulgaristan’da, yani Avrupa’dayız. Gece için bir lokanta parkında duruyoruz. Tırdaki ilk gecem, fazlasıyla rahat ve sıcak geçiyor. Kapkaranlığa uyanmak ve kapıları keşfetmeye çalışmak tırdaki ilk sabahımın şaşkınlıkları..
Bir köprüden Romanya’ya giriyoruz. Romanya’da yol boyu Türk şoförler için kurulmuş durak noktaları var. Herşeyin en ucuzu, en sefili ve malesef en rezili buralarda.. “Temiz” bir çizgi tutturmaya çalışanlar da fazla dayanamıyor.. Yine de bizim kaptan arkadaşların arasında keyifli zamanlar geçmiyor değil. Ağzından küfür eksik olmayan bir durak işletmecisini, beni tesis seçen “şef” diye kandırıp fena dalgaya alıyorlar..
Yurtdışına çıkanlar kendilerine “transportçu” diyorlar.. Türk transportçuların telsizlerle kendi aralarındaki iletişimi yolun yalnızlığını alıp götürüyor. Sürekli muhabbet, sürekli dedikodu, sürekli takılmalar.. Kaza, polis bilgisi, yol durumu, hatta sollama tüyoları bile alıyoruz..
Macaristan’la beraber yollar, duraklar, manzara daha bir “Avrupa” kokuyor.. Macaristan dev bir köyü andırıyor. Her yer yemyeşil, her yer tarım arazisi gibi..
Macaristan’a, son anda uyanık davranarak girmemizi sağlayan Yusuf Kaptan, sınır geçişlerinin sona erdiğini müjdeliyor. Macaristan’ı bir günde geçip Avusturya topraklarına ulaşıyoruz.
Avusturya yollarında en dikkat çekeci şeylerden biri, her yerin rüzgar santralleriyle dolu olması..
Yollardaki Türk tırları azalıyor. Çoğu zorunlu olarak trene binmek zorunda. Biz elinde belgesi olan şanslı tırlardanız. Bu sayede gün bitmeden Suben’de, Almanya sınırında olacağız.
Ben dinlemeyi, Yusuf Kaptan konuşmayı çok seviyor. Sayısız sigara tüttürerek Avusturya’nın yollarını arşınlıyoruz..
Avusturya’nın kentlerini “geçerken görmek” de mümkün olmuyor. Yerleşimle birlikte otoyolların kenarlarında ses duvarları yükseliyor..
Ama şehir dışlarında göz alıcı manzaralarla karşılaşmak içten değil. Hava kararmaya yüz tutuyor, Almanya’ya gelmek üzereyiz..
Suben’deyiz. Avusturya’nın sonuna geldik.. Evimizin ihtiyaç molası..
İşte Almanya topraklarında olduğumuzu gösteren tabela. O da olmasa sınırdan geçildiğini gösteren hiçbir şey yok. Bu arada gece Alman gümrüğünden geçtik.. Sadece bir memurla muhatap olduk, ve tırı açıp kontrol etmesine rağmen yarım saat sürmedi işimiz. Kendi gümrüklerimizi hatırladım, halimize bir kez daha yandım..
Ekim sonu. Sisli bir Almanya sabahında yola çıkıyoruz..
Yol üstünde birkaç kez karşılaştığımız görkemli Don Nehri’nin üzerinden son kez geçiyoruz..
Almanya’da da otoyollardan şehirleri görmek kolay değil. Gördüklerimdeki düzen ve estetik ise beni hayretlere düşürüyor..
Şans yüzüme gülüyor. Otobanda kaza oluyor, şaşıracaksınız, polisler hemen önceki çıkışa gelip, tüm araçları otobandan çıkartıyorlar. Yerleşimlerin içinden geçiyor, yakından inceleme fırsatı buluyorum..
Gördüğüm tüm kasabalar intizamlı, evler birbiriyle uyumlu, her yer yemyeşil ve bakımlı..
Sanayi merkezi, her yerin fabrika ve beton olduğu bir ülke beklerken, kamerama hayli pastorel, tablo gibi görüntüler bırakan Almanya beni şaşırtmaya devam ediyor..
Ormanın kenarında, yeşilliklerin ortasında Puma fabrikası..
Alman polisi transportçuların korkulu rüyası. Trafik kurallarını kimse çiğnemiyor, hasbelkader bir tır çiğnerse, sağdan soldan geçen herkes uyarıyor. Bizim de önümüze bir tanesi geçip “follow me” işaretini yakıyor. İlk parkta duruyoruz, şirketimizin bir başka transportçusunu sorup bizi gönderiyorlar..
Almanya’da esas hedefimiz Köln. Ardından bir de Hollanda yapmamız gerekiyor..
Tablo güzelliğinde görüntüler eşliğinde sürüyor seyahatimiz..
Avusturya’daki gibi bir rüzgar santrali tarlası görmedik, ama hem rüzgar santralleri, hem de güneş panelleri oldukça yaygın..
Ormanlar kadar, aradaki yemyeşil tarlalar ve evler de pek güzel gözüküyor..
Köln’de acentamızın deposuna hem yükümüzü bırakıyor, hem de 5. günümüzde adam gibi bir banyo yapıyoruz.. Bir tırda aşağı yukarı her konforu yakalamak mümkün, tabii ki banyo hariç.. Hollanda’ya son parçayı götürüp dönüşe geçeceğiz..
Bulgaristan, Romanya ve Almanya’da her problemde Yusuf Kaptan’ın derdini kendi çözmüştü, benim İngilizce ilk defa Hollanda’da işe yarıyor. Ben evrak işlerini hallederken o da birkaç bakım işini aradan çıkarıyor. Her transportçu, yaşamının en büyük kısmının geçtiği aracına iyi bakıyor..
6. gün.. Ayrılık zamanı.. Yusuf Kaptan Türkiye’ye dönüyor, ben bir başka tırla Fransa’ya devam edeceğim.. 6 gün boyunca onlarca hikaye dinlediğim, işin inceliklerini öğrendiğim, işinin hem çok iyi bilen, hem de keyifli hale getiren, yollarda öğrendiği Bulgarca, Romence ve Almancası ile, ama daha da çok tatlı dili ve kıvraklığı ile türlü zorlukların üstesinden gelen Yusuf Acet’e veda ediyorum..
